27 Ekim 2013 Pazar

"AYIN KARANLIK YÜZÜNDEN, GÜNEŞE YOLCULUK"

Esen ERKAN

(23.10.2013)

Güneşe ilk yolculuğum üzerinden yıllar geçti. Henüz denizin çok yakınında olduğum yıllarda penceremden mavi ve yeşili birlikte görebildiğimi hatırlıyorum. Şimdilerde ise bu hayati yolculuğa çıkan ve güneşe ayak basmayı başaranlardan sadece biriyim. Suyun yanı başında yaşarken ne kadar da suyu sevdiğimi bilmezdim; hayata dair en normal görünen şeylerin aslında en önemlileri olduğunu zaman gösteriyor, demek ki.

O kocaman güçlü kolları ile beni hep gökyüzüne yakın tutan ve masmavi gözleri ile bana bakan adam önceden söylemişti: "Şimdi buradan uçsak herkesi yukarıdan usulca izlesek; o zaman bacaklarına asla ihtiyacın olmaz." Bu aralar ayaklarımın üstünde durmaya hala ihtiyacım var ama uçmak konusundaki çalışmalarım da tam gaz sürüyor. Şimdi ilk deneyimi hatırlıyorum da; kumar ağaçlarının arasına düşmüş heyecandan salya sümük güldüğümde o mavi gözlü adam her zaman bir kez daha deneyebileceğimi söylerken yapraklarla burnumu silmişti. O gün bugündür göğe yakın olmayı hiç değilse sonsuzluğu arzulamayı sevmişimdir. Güneşe yolculuğum da bunun en iyi ispatı sanırım. Bundan öncesinde ayın karanlık yüzünü keşfetmeye gittiğimi hatırlıyorum da, şimdi ile kıyaslandığında tahmin edeceğiniz üzere oldukça soğuk zamanlardı.

Derenin kenarından topladığım odunların sobanın içinde yanarken çıkardığı gürleme sesi benim melodilerin peşi sıra aya gitmemi sağladı. Ben bir şarkı söyledim sesim atmosferde kayboldu; ben bir şarkı çaldım bu defa da ben kayboldum. Neyse ki uzak kıtalardan birinde sesimi kutulara sakladılar; istediğim zaman onlardan alabileceğim bir anlaşma yaptık.

Güneşin üzerindeyken ısınmanın ne demek olduğunu daha iyi anladım ama kimse buralarda güzel ekmek pişirmeyi bilmiyor; ya sıcaklık çok fazla ya da güzel ekmekler yapan kadının mayasından buralarda yok. Eteğinin altına saklandığımda dünyadaki en ağır sanayi hamlelerinin ve silahlarının bile dokunamadığı o kadınının; inekleriyle konuşmalarını, onların kaküllerini okşamasını hatırlıyorum da işte o zaman, sıcak ekmeğin arasına tereyağı koyup yediğim aklıma geliyor ki çok uzun zamandır bundan mahrum kaldım. Hayır, hemen tereyağı ve güneş arasında ters ilişkiyi kurmanıza gerek yok. Sorun, o kadının kutsal ineklerini de alıp başka bir gezegene yerleşmesi. Güneşte bile beni dünyadan sakınan insanlar varken; tereyağını güneşten sakınmak ne kadar zor olabilir ki sizce.

Dünyadayken önce dört güzel insanın arasındaydım ve şimdilerde sevmekle sayımızın giderek artığını hayranlıkla izliyorum. Üç kadın var; bana Duru denizleri hatırlatan; 1 adam var hırçın denizlere yaptığımız seyahatlerde boğulmadan karaya çıkmayı öğreten. Hayatımdaki ilk kadın bana iyi ki geldin dediğinde anlamıştım: Onlara ihtiyacım var ve olacak; onların da en az bana ihtiyaç duyduğu kadar. Şimdi, yuttuğum suları düşünüyorum da, güneşteyken geçmişi düşünmesi bile ferahlatıyor. Ne olursa olsun, yine olsa yine aynı insanlar ile tereddütsüz dalarım o denizlere; ne de olsa bilen bilir: ismi ile tezat tatlıdır Karadeniz'in suyu.

Üç benzersiz kadından biri yeni zamanlarda kimyacı; eskilerde simyacı dediklerinden. Şimdilerde onun bana verdiği su kapsüllerine bakıyorum da, onlar sayesinde yıllarca Dünya'nın merkezinde bile yaşarım. Kim bilir bir sonraki yolculukta da oraya giderim, belli mi olur. Nasıl olsa yanımda Kuzey'in neresi olduğunu unutmamam için verdiği kalp de var. Şu sahte kalp şekillerinden birini boynuma takıp da dolaştığımı sanmayın sakın; gerçek, kanlı canlı atan bir kalpten bahsediyorum.

O üç kadından bir diğeri ise eskilerin öykü anlatıcısı; şimdilerde ise sanatçının bedene geçmiş hali. İnsan hayatı boyunca ne kadar öykü biriktirir bilmiyorsanız, benim bedenimdeki dövmelere bakabilirsiniz; hepsi gerçek öykülerimizi anlatıyor; hepsi o sanatçının eseri. Bana bu yolculuklara çıkma fikrini ilk o verdi ve her zaman güneşe gitmemi; dinlemeden, okumadan, ben olmadan dönmememi tembihledi. Yoksa ne işim var güneşin tepesinde, akıl işi değil hani. Beni sarıp sarmalayan o dövmelerim sayesinde şimdi burada güneşin en şanslılarından biriyim; bilmem kaç faktör kremler bile radyasyona karşı duramaz ama bakın, ben hala buradayım. Gerçi çok kalmaya da niyetim yok hani. Gördüğüm en ıssız bir o kadar da yeşil vadiye sahip tarlaların efendisi kadının bana çok önceden söylediği gibi: "Hareket etmek iyidir, durma!"

Tarlaların efendisi kadını siz tanımazsınız belki ama; "deli derler bana" diye düşünmeden karşınıza çıkan ilk ağaca ismini fısıldayacak cesaretiniz varsa dediğimi anlarsınız. Endişelenmeyin bunu ben sizin yerinize her gün yapıyorum ve tarladaki küçük patatesleri de farelerden sonra en çok ben yiyorum. Milyonlarca yıl huzurlu uyumamın sebebi de bu zaten. Aslında oldukça basit; evinizin yanına oturduğunuz yerden bir duvar daha örersiniz ve o duvarın üzerinde yatarken dağ havasını içinize çeker, tüm canlılar ile birlikte nefes alır verir ve misler gibi uyursunuz. İşte bugün bunları yazıyorsam, bu bile o duvar ustası adamın eseri. Çünkü ilk kez bu adam, tuğlaların duvara; kelimelerin ise kağıda nasıl dizileceğini öğretti bana. Tabi sizin oralarda bu dil hala kullanılıyor mu bilmiyorum ama Kara Kule'den gelen son bilgilere göre, yazının henüz kaybolmadığı kesin. Ama ben alışığım dünyadakilerin şüphe ile yaklaştığı, insanı deli yerine koydukları her şeyin aslında gerçek çıkmasına. Ona bakarsanız Orta Dünya'ya ve kitapların yakıldığı o romana da "Yok artık" demişlerdi. Neyse ki, hobbitler "Sizin derdiniz ne?" diye çıkıp geldi bir gün de ağızlarının payını verdi, hayal gücünden yoksunlara. Bu da başka bir görüşmemizin konusu!

Şimdi "Ne işin var da, ta güneşe gittin?" diyenlere duyurulur: Bu satırları yazan ve yazmaya devam edecek olan etten kemikten bir insan ve düştü yollara; çantasında da sadece hayallerini taşıyor; zira bugünlerde kilo işi bile alınabiliyor. Size de tavsiye ederim: ucuzluğu beklemeden alın koyun bir kenara; bakarsınız lazım olur.


"Esen kalın!"; hiç değilse en az benim kadar:)